8/20/2017

İstanbul'da hayatta kalma (Istanbul for dummies)

Öncelikle dünyanın en güzel şehrine geldiniz. eğer istiyorsanız, gelir gelmez trafikten, düzensizlikten filan şikayet etmeye başlayın ama bu güzelliğin de farkına varın. her güzelliğin bir bedeli olduğunu unutmayın. istanbul, verdiği her acı için teselliler sunabilen yegane şehirdir belki. görün yeter ki, bakın ve görün..

İstanbul hiç kimse için kolay bir şehir değil. Bir meydan okuma, hayatta kalma savaşı. Hele bir de uzun yıllar boyunca Anadolu’nun İstanbul’un yalnızca bir semti kadar büyüklüğe sahip bir şehrinde yaşayıp-okuduktan sonra İstanbul’a gelmek zorunda kaldıysanız, işte o zaman kendinizi Açlık Oyunları’nın başrolünde oynuyor hissine kapılmış bir halde bulmanız kaçınılmaz. Peki bu süreç hep böyle mi gidiyor: bu kadar insanın nereden gelip nereye gittiğini sorgulamayı bıraktığınız an İstanbul’a alışmaya başlıyorsunuz. Asıl sorulması gereken soru ise bir Ümit Besen şarkısında karşımıza çıkıyor: alışmak gerçekten sevmekten daha mı zor?

İstanbul’a ilk adımımı attığımda fazla küçüktüm. Koca bir oyun alanından farksız gelen yeni dünya ilk zamanlar aileyle birlikte geçirilen güzel zamanları ifade ederken, zaman ilerledikçe ayakta durmaya çalışmak, birşeylere yetişmek, gidip sadece kendi kendime çay ya da bira içebilmek halini alınca keyifsiz zamanlar da başlamış oldu. Trafikte geçirilen zamanın bir ömürden fazlasını aldığı anlar, acıdan zevk almayı öğrendiğiniz andan itibaren yerini ağrı kesicinin yarattığı halüsinasyon haline bırakıyor. Ağrının varlığını hissediyor ancak yarattığı acı hissini duymamaya başlıyorsunuz.

İstanbul’u yerde buldukları bir şekere ganimet bulmuşcasına saldıran, saldırdıkça çoğalan ve bu hengamenin ortasında bile muazzam bir koordinasyona sahip bir karınca kolonisine benzetiyorum. Yıllar boyunca taşının toprağının altın olduğuna inandırılan, Anadolu’nun merkezkaç kuvvetinin bir kaçış noktası haline dönüştürülmüş, yeni gelen her bir ferdinin yenmek için yemin ettiği bu topraklar bir başarı hikayesinden çok bir bitiş, tükeniş ve şerefsiz mağlubiyetlere sahne oldu, oluyor, hepimiz bir gecede ölmezsek olmaya da devam edecek gibi...

Benim handikapım ev bulmakla başladı. Ve sonrasında toplu taşıma halleri. Bu kadar yabancıyken her sabah ben bugün bunu yapabilirim diye kalktım. Becerebilirim. Hala da aynı hissiyattan çıkmış değilim. Elime gelen ; insanlara ve artık şehire çoğunlukla alışmış olmam. Tepkisizliğim ve artık şaşırmiyor olmam. Elimden giden; sakinligim, yapıcılığım... artık tutup tutup sonuna doğru öyle bir hırçınlaşıyorum ki. Kızgınlıgımın büyük resimde şehir ve koşullar olduğunu anlayamıyorum bile.

İstanbul'da ev tutmak / almak / bırakmak

Bi kere ailesinden gelen, kalan bir evde oturmayan herkes iyi bilsin ki İstanbul'daki en güzel ev İstanbul'da olmayan evdir.

İstanbul’a gelme arifesinde olanlar için yaşanılan en dramatik anlardan biri de benim ilk aylarda yaşadığım Sahibinden.com’a girip ev bakmaya başlanılan an olabilir. Çok cüzi miktarlara son derece güzel yaşam alanlarına sahip olan insanların, astronomik rakamlar ve son derece kötü şartlardaki evlere mecbur kaldığını görmesi büyük bir yıkımın ve hayal kırıklığının ilk adımı. Emlakçılara mecbur kalındığının anlaşıldığı an ise Bruno Amadio’nun meşhur tablosu ‘Ağlayan Çocuk’un ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değil.

Canım sıkıldığında ya da bunaldığımda boğaza gider bir çay içer kafamı dinler rahatlarım diye düşünen varsa o işler öyle olmuyor bilsin. Eğer şanslı bir kesimdeyseniz ve işten 17:30 gibi çıkma imkanınız varsa bile günlük koşuşturmalar ve İstanbul trafiğinde geçirilen süre hesaba katıldığında boğaza gidip çay içme durumu bir hayalden öteye geçmiyor. Lafın kısası, arkadaşlarınızın ‘Boğazda koşuya çıktım, benden keyiflisi yok’ tarzı Instagram gönderilerini görüp gaza gelmeyin. İstanbul özellikle yeni başlayanlar için o kadar pembe dünyalar vadetmiyor!

birşey yapın. ne yaparsanız yapın ama çaresizce 10 ay ev filan aramayın. hayata küsersiniz, hiçbir şeyi de kabul etmemeye başlarsiniz ki yolun sonu ciddi bunalım olur..

Sonrası metro / metrobüs!

Hep anlattıgım birşey var.. ve o an çok utandığım, beni sosyal fobi denen illetin içerisine neredeyse bir kaç ay düşürmüş bir şey. Dolmuşa binip de ineceği yeri soyleyememek, başkalari indigi zaman cantasi mantasi kapida kalmak suretiyle milletin ardindan kendini atmak, 3 km yurumek zorunda olmak, bunu bi daha yapmiycam diye yeminler etmek, insanlarin arasinda ellerin buz kesmesi, soğuk soğuk terlemek, metroya binip bu maltepeye gider mi soruları.. metrobüse binip sağında solundaki insanlarla neden bu kadar yakın ağız ağıza kol kola durmak zorunda olduğunu anlamaya çalısmak.. uzar gider. Dısarıdan çok sevimli gözüken bütün o raylı, tekerlekli sistemler; en son gençliğinin kızılaydında sessiz sakin, insanlarin birbirine iyi akşamlar dediği ankara metrosuna binen birisi için bugün de ölmedim, bıcaklanmadim, tacize ugramadim ve gasp etmediler hissinden baska birsey degil. Kaldi ki; karsidan karsiya (coklu bir kavsakta) iki defa araba carpti ve ben bunu adamdan saymiyorum.

İstanbul’a alışmaktan bahsedip de her gün Mohaç Meydan Muharebesi’nin küçük bir kesitine sahip olan metrobüs ve metrodan, 70'lik teyzelerin Galya’lı Asteriks’in sihirli iksirini içmiş gibi nasıl birden seri ve öldürücü darbeler atarak hareket edebildiğinden, insanların asansöre yetişebilmek için 100 metreyi nasıl bu kadar hızlı koşabildiğinden ve insanlığın varoluşuna bir başkaldırı niteliği taşıyan insan kalabalığından bahsetmemek elbette mümkün değil. Anadolu’nun neredeyse tüm etnik kimliklerini ve insan karakterlerini bu kadar küçük bir alanda bir arada bulundurma yeteneğine sahip olan bu araç, doğru zamanda binildiğinde bir modern sanatlar müzesinden farksız. Yazının da ana karakterini oluşturan ‘zevk alma & alışma’ haline alıştığınızda, metrobüsün modern bir çin işkencesi formundan çıkıp sosyolojik bir deney alanı haline dönüşümünü rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Mesela artık gayet keyif alıp sadece gözlemliyorum vsvsvs...

Yazıma son verirken şunlari bilin istiyorum. İstanbul’da yaşamaya karar verdiyseniz, karar öncesi İstanbul’a gelin ve gezin, gitmek istediğiniz müzelere, oyunlara, konserlere gidin. Sonra yaşamaya başlayabilirsiniz, içinizde bir şey kalsın istemem!

Dramatik olarak bilinmesi gerekense; ( as always I say that I'm the princess may be now queen of dramatization) İstanbul insana doymuştur. hikayeye, maceraya, drama doymuştur. ancak...güzelliğini biraz daha bozmayacaksanız, temizliğini biraz daha lekelemeyecekseniz; her daim anlayış, şefkat beklemeyecekseniz; acımasızlığa, bağımlılığa, platonik bir aşka, rededilmeye, belki kovulmaya hazırsanız size de ayıracak bir yeri elbette vardır.

bin tane babası var bu şehrin, ama yine de iyi aile çocuğu. bin kere evlenmiş ama yine de bakire. Çok küfür ediyor ama yine gelip bayramlarda elinizi öper. Gelmeden bi düşünün yine de. Ya da en azından giderken...

*Düzgün bitiremiycem. zehirlendim mi naaptım, bi sürü ateşim çıktı.


Kalın sağlıcakla.