12/21/2012

Cadılar!

Korku.

Kaybetme, yalnız kalma, ötekine yenilme, tercih edilmeme, ezilme, başaramama, aç kalma, doyamama, düşme, ölme korkusu...

Ne bileyim... Onlarca yazabilirim...

Korku üretmekten kolayı var mı? Üretilmiş korkudan kolay sığınılacak bahane de yok üstelik...

“Gözüme tehlikeli görünüyor” dedin mi bitti gitti...

İçimizdeki onlarca korkudan birine hitap ediyordur muhakkak... O yüzden gözümüze tehlikeli görünen o kişiyi “yakmayı” tercih ediyoruz..

Birinin tanıklığına en az iki kişinin eşlik etmesi yeterli ve de bir şifacıyı “cadı” kılıp yakmaya...

_______________________________________________________________________

Yukarısı işin soyut kısmıydı tabi, dün gece ben de bi cadıyı yaktım:) somut kısmına gelince....:
Orta Çağ’da kasaba meydanında kurulurmuş ateşler...
ve Çok tanrılı dönemin bilge kişisi kabul edilen büyücüler, ortaçağda kilisenin yorumuyla "şeytanın uşağı" cadılara dönüştüler. Önce, bütün aksiliklerin sorumlusu olarak yaratıldılar (!) sonra da engizisyon mahkemelerinde öldürüldüler.Her ne kadar bugün dünya onları televizyon dizilerinden burunlarını oynatarak istedikleri her şeyi yapabilen tatlı yaratıklar olarak tanısa da cadılar, özellikle ortaçağda birçok kimsenin korkulu rüyasıydı. Geceleri dolaşarak kötülük yaptıklarına inanılan 50 yaşlarında, dul, tırnakları uzun, pis ve şehvet düşkünü kadınlar için kullanılan cadı tanımlaması aslında bir dinin nasıl yozlaştırılabileceğinin en iyi örneklerinden birini de oluşturuyor. Peki neden kadınlar? Çünkü Kitab-ı Mukaddes'te, "Efsuncu kadını yaşatmayacaksın" (Çıkış 22:18) hükmü yer alıyor. Aziz Augustine göre, 'havai güçler' olan iblisler göklerden aşağı süzülerek kadınlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı. İşte cadılar, bu yasak ilişkinin ürünüydü.
Cadılık inancının tarihi, ilk insan topluluklarına dayansa da, Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra kabusa dönüşmeye başlıyor. Şehirler, bu tek tanrılı dinin yayılmasına karşı çıkmazken, köylerde çoktanrıcılık devam ediyor. Ancak bu, kilisenin, Pagan adı verilen köylüleri şeytanla işbirliği yapan cadılar olarak tanımlamasına neden oluyor. Kilise, 1233'te, mezhep sapkınlıklarını önlemek ve Hıristiyanlıktan uzaklaşan tarikatlarla uğraşmak için engizisyonu kuruyor. Tabii cadılar da bu mahkemelerden nasibini alıyor. Araştırmacı yazar ve tarihçi Giovanni Scognamillo "Medeniyetler Çatışmasında Batı'nın İnanç Temelleri" adlı kitabında engizisyon mahkemeleri ile ilgili şunları anlatıyor: 
Engizisyon mahkemeleri
"1834'e kadar süren bu mahkemelerde, papaların kararları ve desteği ile kilise, tarihin en kanlı ve korkunç sahifelerini katliamlar ve işkenceler ile dolduruyor. Dini bir kuruluş olan engizisyon, bağlı olduğu kurumu, hiçbir şeyden kaçınmadan ve hiç kimseden korkmadan vargücüyle savunuyor. Cadılık adı altında siyasi çıkarları destekleyerek, kilisenin en korkutucu silahı oluyor. Jeanne d'Arc, cadı olarak yakılıyor." (Jeanne d'Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d'Arc, 1920'de Vatikan tarafından azize olarak kutsanmış.)
Amerikalı Fizikçi Carl Sagan da, "Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı" adlı kitabında, "Cinselliği bastırılmış, erkek egemen bir toplumda, yargıçları bekar kalmaya mahkum edilmiş rahipler tarafından gelen bir ortamdan bekleneceği gibi, engizisyonda güçlü cinsel ve kadın düşmanı öğelerin de söz konusu olduğu biliniyor" yorumunu yapıyor.
Aslında, M.S. 1000 yıllarında, havada uçan cadı gibi yaratıkların olmadığını, cadıların süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul eden kilise, 500 yıl sonra bu kez böyle düşünenlerin şeytanla işbirliği yaptığını kabul ediyor. Papa 8. Innocentius'un 1484 tarihli fermanıyla birlikte tüm Avrupa'da cadıların sistematik olarak suçlanması, işkence görmesi ve idam edilmesi süreci başlıyor. Üstelik işkence aletleri rahiplerce kutsanıyor. 1487'de iki papaz tarafından yazılan "Cadıların Tokmağı" adlı kitapta, cadıların nasıl meydana çıkarılacağı ve cinlerle ilişki kurduklarını itiraf etmeleri için hangi işkencelerin yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kitapta, "Acaba cinler tek başlarına kötülük yapabilirler mi, yoksa bir cadının yardımı gerekir mi?" sorusuna "Onlar mutlaka kendilerine yardım etsin diye birisini bulup kandırır ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili biçimde yayarlar" cevabı verilerek halktan kimin cadı olduğunu tahmin edip hemen bildirmeleri isteniyor.
Mahkeme giderleri de cadılara ait!
Carl Sagan, "Cadıların Tokmağı"nı, "işkencecinin teknik el kitabı" olarak niteliyor ve cadı yargıçlarının bir ellerinde bu kitap, diğer ellerinde de Papa'nın fermanı ile Avrupa'nın her yerinde mantar gibi türediklerini yazıyor. Cadı avının kısa sürede bir gider hesabı yutturmacasına döndüğünü belirten Sagan, şu bilgileri veriyor:
"Tüm soruşturma, dava ve infazların giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı, yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam edilen cadının mal varlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet arasında bölüşülüyordu. Bu yasa ile toplumsal ahlak onaylı kitle cinayeti ve hırsızlık kurumsallaştıkça, çevresinde büyük çaplı bürokrasi oluşarak, ilgi alanı yoksul acuzeler olmaktan çıkıp orta sınıftan dişe gelir kadın ve erkekler olmaya başladı."
16'ncı yüzyılda cadı avı çılgınlığı en üst seviyelere ulaşıyor. O yıllardaki büyük buhran ve ekonomik krizin yarattığı infiali de önlemek için korku ve baskı yaratılmaya karar veriliyor. Bunun için de cadılar (büyücüler) seçiliyor ve sanki her şeyin nedeni cadılarmış gibi gösteriliyor. Giovanni Scognamillo bu dönemi şöyle anlatıyor:
"Savaşları, veba salgınları, açlığı, sefaleti, vahşiliği ile ortaçağ; çileli, sert, acımasız bir çağdır. Kilisenin yaymak istediği bilgileri adeta unutarak yeni bir düzen kurmak amacıyla hakimiyetini sağlamlaştırmak istemesi, eski medeniyetlerin, ilkel toplumların bilgini sayılan büyücüleri 'cadı'ya dönüştürür. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır."
Scognamillo ayrıca, Fransız tarihçi Michelet'in "Cadılar" adlı eserinde, "Büyücü (cadı) hangi dönemde doğuyor, sorusuna ben, umutsuzluk döneminde bu normal, diye cevap veriyorum. Tereddüt etmeden, kilise dünyasının yarattığı derin umutsuzluktan, diyorum. Cadı, kilisenin suçudur" şeklinde yazdığını da belirtiyor.
Cadı oldukları nasıl anlaşılıyor? 
Aslında cadılıkla suçlanmak için öyle olağanüstü bir nedene de gerek yoktu. Birinin vücudunun herhangi bir yerinde beni ya da doğum lekesi varsa, bu, o kişinin şeytanla işbirliği yaptığının kesin kanıtı sayılıyordu. Ya da ormanda yabani otlar toplayıp sebze çorbası yapan kadınlar, emri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıp cezalandırılıyordu. Eğer bir kadın, kilisedeki ayin sırasında esnerse, kadının içindeki cinin kutsal sözleri duyup kaçmaya çalıştığı düşünülüyordu. Birisinin cadı olup olmadığını anlamak için hıristiyan dünyasında yapılan işlemler de ilginçlik gösteriyor. Örneğin, vaftiz suyuna atılıp da batmayanlar, vaftiz suyunun onları istemediği gerekçesiyle cadı sayılıyotlar. Cadılığın olmadığını söylemek ise, İncil'i inkar etmek anlamına bile gelebiliyor.
Ünlü hukukçu William Blackstone, 1765 tarihli "İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar" adlı eserinde şöyle yazdığı belirtiliyor:
"Cadılık ve büyücülüğün, bırakınız gerçekten varolduğunu reddetmeyi, olabilirliğini tartışmak kalkışmak; Tanrı'ının, hem eski, hem de Yeni Ahit'in çeşitli bölümlerinde tekrarlanan sözüyle düpedüz çelişmek anlamına gelir."
"Bir cadının yaşamı için uğraş vermemelisiniz" diyen İncil'e uygun olarak yapılan bir işlem de cadıların yakılarak öldürülmeleriydi. Bu infaz şekli, "Kilise kan dökmekten nefret eder" diyen kilise yasaları ile uyum sağlamak amacıyla kutsal engizisyonca benimsenmitti. benimsenmişti 
Sadece Avrupa'da görülmüyor!
Ortaçağı izleyen Rönesans'da da durum değişmiyor. Şeytan ve uşakları 17. yüzyılda Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya sıçrıyorlar. 1645 ve 1692'de Amerika'da Salem kasabasında 19 cadı ölüme mahkum ediliyor. Fransız devrimi ile cadılar ve büyücüler, şeytanlık özelliklerinden çok şey kaybediyorlar; ceza kanununda sadece birer dolandırıcı sayılıyorlar.
Ortaçağ Avrupası'nda yaşanan "cadı avı"yla ilgili son araştırmalardan biri de araştırmacı Haydar Akın'a ait. Akın, Almanya'da yazılı kaynaklar, mahkeme tutanakları ve diğer belgelere dayanarak yazdığı, "Ortaçağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı" adlı kitapta 1430-1780 yılları arasında, yaşlı ve kimsesiz kadınlarla başlayan ancak erkekler, çocuklar hatta din adamları olmak üzere geniş bir kesime yayılan bu av sonucunda 50 bin kişinin öldürüldüğünü ortaya koyuyor.
Cadılık inancına eski Türklerde de rastlanıyor. İnanışa göre, cadı hortlamış bir insandır. Hortlamasına sebep olarak ise, ya gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması ya da ölünün üzerinden kedi atlaması gösterilmiş. Günümüzde de hala Afrika'daki Barotse kabilesinde, Yeni Zelanda'daki Maori kabilesinde, Guetemala'daki Kişe Kızılderililerinde genel olarak cadılık inancı bulunuyor. Bunun yanı sıra Amerika'da 31 Ekim gecesi günümüzde bir geleneksel şenlik olarak Cadılar Bayramı olarak kutlanıyor. Amerikalıların Halloween dedikleri cadılar bayramının kökeni ise, M.Ö. 5'inci yüzyıl İrlanda'sına dayanıyor. İrlanda'nın Celtic bölgesinde yaz mevsiminin sonu olarak 31 Ekim kabul edilirdi. İnanışa göre, o sene içinde ölenlerin vücutsuz kalan ruhları 31 Ekim gecesi kendilerine yeni bir vücut aramak için gelirlerdi. Herkes, bedenini bu ruhlara kaptırmamak için, evini ruhları korkutup kaçırtacak şekilde düzenler; mumlar yakıp hayalet kostümleri giyerdi.
Engizisyon mahkemeleri 
"1834'e kadar süren bu mahkemelerde, papaların kararları ve desteği ile kilise, tarihin en kanlı ve korkunç sahifelerini katliamlar ve işkenceler ile dolduruyor. Dini bir kuruluş olan engizisyon, bağlı olduğu kurumu, hiçbir şeyden kaçınmadan ve hiç kimseden korkmadan vargücüyle savunuyor. Cadılık adı altında siyasi çıkarları destekleyerek, kilisenin en korkutucu silahı oluyor. Jeanne d'Arc, cadı olarak yakılıyor." (Jeanne d'Arc: Fransız halk kahramanı. Erkek kılığına girerek İngiliz işgaline karşı savaşmış; esir düştükten sonra diri diri yakılmış. Engizisyon tarafından dine karşı gelmek ve büyücülük yapmakla suçlanan Jeanne d'Arc, 1920'de Vatikan tarafından azize olarak kutsanmış.)
Amerikalı Fizikçi Carl Sagan da, "Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı" adlı kitabında, "Cinselliği bastırılmış, erkek egemen bir toplumda, yargıçları bekar kalmaya mahkum edilmiş rahipler tarafından gelen bir ortamdan bekleneceği gibi, engizisyonda güçlü cinsel ve kadın düşmanı öğelerin de söz konusu olduğu biliniyor" yorumunu yapıyor.
Aslında, M.S. 1000 yıllarında, havada uçan cadı gibi yaratıkların olmadığını, cadıların süpürgeye binmelerini şeytanın yarattığı bir hayal olarak kabul eden kilise, 500 yıl sonra bu kez böyle düşünenlerin şeytanla işbirliği yaptığını kabul ediyor. Papa 8. Innocentius'un 1484 tarihli fermanıyla birlikte tüm Avrupa'da cadıların sistematik olarak suçlanması, işkence görmesi ve idam edilmesi süreci başlıyor. Üstelik işkence aletleri rahiplerce kutsanıyor. 1487'de iki papaz tarafından yazılan "Cadıların Tokmağı" adlı kitapta, cadıların nasıl meydana çıkarılacağı ve cinlerle ilişki kurduklarını itiraf etmeleri için hangi işkencelerin yapılacağı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kitapta, "Acaba cinler tek başlarına kötülük yapabilirler mi, yoksa bir cadının yardımı gerekir mi?" sorusuna "Onlar mutlaka kendilerine yardım etsin diye birisini bulup kandırır ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili biçimde yayarlar" cevabı verilerek halktan kimin cadı olduğunu tahmin edip hemen bildirmeleri isteniyor.Asya'da CadılıkHindistan: Doğa üstü güçlerin varlığına dair olan inançlar, Hindistan'da hâlâ çok güçlüdür. Orissa kentinde cadıların kurmuş olduğu pek çok dernek ve cadıların cezalandırılmasına karşı seslerini yükseltmek için birleşen cadıların kurduğu pek çok sendika vardır.
Japonya: Japonya'da, the Şamanizm'e benzeyen din, Şinto dini, Budizm'le yoğun bir etkileşim içinde olduğundan, Japonya'da cadılığa karşı asla olumsuz bir yargı oluşmamıştır.Orta Asya:Cadılık, 1500'lü yıllardan beri Kazakistan ve Tacikistan'da uygulanmaktadır. Yaygın inanışlardan biri, bir insan ölürse, ruhunun onu öldüren cadıya geçeceğidir.
Cadı Avı
Tarihte ilk olarak eski Roma’da karşımıza çıkan cadıları Ortaçağ boyunca ve yakın tarihe kadar Avrupa’nın her ülkesinde ve yakın bir döneme kadar da Güney Afrika’da bulmak mümkün. 430′lu yıllarda büyü, iyi veya kötü bir özellik taşıyıp taşımamasına bakılmaksızın şeytanla yapılmış bir anlaşmanın sonucu olarak kabul edildi; oysa eski Roma’da sadece kötü büyüler bir yargı suçu sayılıyordu. Büyünün suç sayılmaya başlaması ile cadı avcılığının temelleri de atılmış oluyordu. Teolog B.von Worms (965-1025) cadıların şeytanla işbirliğine girdiğini ve Hıristiyanlığa karşı savaşan kafirler olduğunu açıkladı. Bu, özel olarak kadınları ifade etmemesine rağmen kadınların maruz kaldıkları bir suçlamaydı. Yasal olarak ilk cadı yargılanması 1204 yıllında gerçekleşti.
1080 yılında Papa Gregor VII yaşanan büyük bir doğa felaketinin ardından yaptığı açıklamada bu olayın tanrının bir cezası olduğunu, ölmüş olan suçsuz kurbanların intikamı sonucu geliştiğini ve sadece bu öfkenin giderek artacağını ifade etmesinden sonra 1115 yıllında otuz kadın aynı günde yakılmıştır. 1585 yılında Trier’de o kadar çok kadın cadılık suçlaması ile yakılmıştı ki, iki köyde sadece iki kadın kalabildi. 1630 yılında ise Würzburg Bischof’u 1200 kadın ve erkeğin yakılmasına neden oldu. Toplu halde cadıların yakılması veya linç edilmesi olaylarının benzerlerini tarihde sıkça görmek mümkündür. Bu sayı bazen bir kaç ay içinde 250′den fazla kurbanı kapsamaktaydı. Bazı tek olaylarda sayı 500′ü bile buluyordu.
Bu dönemde cadı olarak yakılan, tarihe geçen ünlü kadınlardan Jeand’Arc kendi geleceğini saplamak isteyen diğer kadınların kaderini paylaşacak ve cadılık suçlaması ile 1430 yılında 30 yaşında iken yakılacaktı, tıpkı Agner Bernauer gibi.
Kadın figürü Hırıstiyanlık’ta şeytanın pek çok özelliğini içinde taşır, aynı özellikleri Islam ve Hinduzim’de de görmek mümkündür. Ayrıca cinsler arasındaki ayrım nedeni ile de kadınlar belirgin olarak cadılık suçlaması ile karşılalıyorlar. Cadı olarak yargılanan kadınların büyük bir kısmı yaşlı, dul kadınlardır. Yaşlı kadınlar erkek kontrolü altında yaşama dönemlerini geçirmiş, rahat hareket eden kadınlardı. Dul kadınları ise denetleyecek erkekler yoktu. Bu kadınlar ebelik, çocuk ve hastabakımı ile ilgileniyorlardı. Bu nedenle diğer kadınlar üzerinde belli etki kazanıyorlardı. Bütün bu özellikleri onları yeterince tehlikeli bir duruma getirmeye yetiyordu. 15. yy’da Papa cadıların gece uçtuğunu söylediği için, gece sokakta yalnız yürüyen yaşlı kadınlar şeytanın toplantısına gitmekle suçlanabiliniyordu. Kadınların süpürge ile uçtukları idda edilen bu yıllarda Leonardo de Vinci ilk uçak modelini çiziyor ama uçma denemesi başarısızlıkla sonuçlanıyordu.
14. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da cadı sözcüğünün anlamı epeyce değişti. O sırada Avrupa, nüfusunun dörtte birinin ölümüne neden olan korkunç kara ölümün (Veba) sarsıntısı içindeydi; kutsal kitapta (Tevrat-Incil) sözü edilen kıyamet gününün yaklaştığı kanısındaydı. Yoksullar kilise ve soyluların baskısından kurtularak, Hırıstiyanlıkla ile daha eski gelenekleri kaynaştıracak yeni topluluklar oluşturmaya çalışıyorlardı. Devletlerin ve kiliselerin bu olaylara karşı tepkisi acımasız oldu. Kendilerine karşı gelen ya da farklı düşüneneleri - kafir- yakalıyarak işkence ile öldürdüler. Cadılar tüm kafirlerle birlikte kilisenin baş düşmanları ilan edildiler. Bunları ortadan kaldırmak için, Engizisyon adı verilen kiliseye bağlı mahkemeler kuruldu. Dönemin din adamları cadıların işledikleri ileri sürülen suçları içeren korkunç bir liste hazırladılar. Bu listede cadıların, şeytanla iş birliği yaparak ruhlarını satmakla doğaüstü güçler kazandıkları; şeytanın törenlerine katılmak için geceleri süpürgelerine binip uçtukları, hayvanlarla ilişki gerçekleştirdiği; Cumartesi günleri yemekli toplantılar düzenledikleri, çocukları şeytanın buyruğu ile çiğ çiğ yedikleri gibi akıl almaz suçlamalar yer alıyordu. Kiliselerde cadı ve kafirlere karşı toplatıların yapıldığı bu dönemde Yahudilere karşı da aynı amaçla toplantılar yapılıyordu. Cadıların Cumartesileri -Yahudilerin kutsal gününde- yaptıkları idda edilen toplantıları, onların su kuyularını Yahudilerle birlikte cüzzam virusu ile zehirledikleri iddaları, Yahudi ve cadı adının birlikte anılmasını, Yahudi düşmanlığının kökenini de göstermektedir.
Roma Katolik Kilisesi cadılık ve onların cezalandırılması fikrini sömürgecilikle birlikte dünyanın geniş bir bölgesine kendisi ile birlikte götürdü. 17. yy’da Ingiltere’de Oliver Crowell, Matthew Hopkıns adında bir generali cadıları yakmakla görevlendirdi. Cadı avcılığı 18. yüzyılın ortalarına kadar Iskoçya’da sürdü. ABD’de 1692′de Massachussetts eyaletindeki Salem’de birçok kişi cadılıkla suçlanarak yargılandı ve asıldı. 1996 yılında Güney Afrika’da 300 insan cadılık suçlamasıyla yerel mahkemelerde yargılanıp öldürüldü; Nelson Mandela buradan kaçan insanlar için Pietersburg’da mülteci kampı oluşturdu. Batı Afrika ülkelerinde meydana gelen tetanos salgını üzerine çocuk ölümlerinin yükselmesinden sonra hükümet radyodan yaptığı açıklamada ölümlerden cadıları sorumlu tuttu, ardından pek çok yaşlı kadın cadılık suçlaması ile öldürüldü.
Fransız devrimcisi J. Michhelt (1789- 1874) cadıları halkın doktorları olarak niteliyor ve onların feodalizmin bir kurbanı olduğunu belirtiyordu. Etnolog Malinowski cadıların yakılması olayının toplumların kriz dönemlerinin bir sonucu olduğunu belirtiyor.

Alıntıdır.

Bu da History Channel Cadı Belgeseli: http://www.youtube.com/watch?v=rUmBkE5H8BA

Bu da Wiki : http://tr.wikipedia.org/wiki/Cad%C4%B1

alt linklere de bakılmalı Salem Cadı Olayları gayet ilginç..

Bu da dailymail : http://www.dailymail.co.uk/news/article-2041671/800-year-old-remains-witch-discovered-graveyard-Tuscany-Italy.html

Benden de dipnot: Evet, Bütün kadınlar melektir aslında sadece kanatları kırıldığında süpürgelerine binerler artık. hepsi bu!




Finally this is my witch song since years and years! I'm the princess of dramatization ;)





dünyanın en tuhaf mahluku!

























akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

1947 n.h.r
yok

12/19/2012

Martin Luther King - I have a dream




Halk arasında Martin Luther King olarak bilinen Martin Luther King Jr tarafindan 29 agustos 1963'te yapilan, Lincoln Memorial'ın önünde toplanan 200.000'i aşkın insanın tanık olduğu Amarikan tarihini değiştiren konuşmalardan biri.. 
...every valley shall be exalted, every hill and mountain shall be made low, the rough places will be made plain, and the crooked places will be made straight, and the glory of the lord shall be revealed, and all flesh shall see it together... kısmı İncil'den alıntıdır.

Metne burdan ulaşabilirsiniz..
http://www.thekingcenter.org/archive

Sadece sizler seçme hakkınızı kendi ruhunuza değilde başkalarına endeksli olarak kullandınız.
Donanın.
Para ile.
Güzellik ile.
Ekonomi fonları ile.
Zirveye oynayın.
Her şeye sahip olun.
Çünkü her şeyiniz olabilir ama hiçbir zaman 'kendiniz' olamayacaksınız.


















Ridiculous is the new remarkable (S.Godin)

Ten years ago, in Purple Cow, I argued that in a media-saturated marketplace, there was no room for average products for average people to gain the same foothold that they used to. Merely pushing an idea via relentless ad spend is no longer sufficient. The alternative: remarkable products and services, where 'remarkable' means something that someone is making a remark about.When someone remarks on what you're doing, the word spreads, replacing the predictable and expensive Mad-Men strategy of advertising with the unpredictable but potentially magical effect of significant word of mouth--ideas that spread win.
But what makes something remarkable?


Last month, I self-published an 800-page, 19-pound book, a book big enough to kill a small mammal if misused. It's not for sale, but those that received a copy via Kickstarter have postedabout it, talked about it and even made videos.
The nicest thing anyone told me was that it was, "ridiculous."
Of course it was. It weighs too much, it cost me too much to ship it to the recipients. It's too big to bring to the beach and will probably disintegrate under its own weight over time.
It's ridiculous to not sell a book this cool at retail after you've gone to the trouble of making it, and ridiculous to spend that much time making something at a loss.
It turns out that most of what we choose to talk about today is ridiculous. The dramatically overproduced music video. The business model that is so generous that we can't imagine it succeeding. The painter who produces a new painting every single day.
Hugh's cartoons are ridiculous, of course, as is his promiscuous non-business business model.
The audacity of caring too much, sharing too much and connecting too much.
If it's not ridiculous, it's hard to imagine it resonating with the people who will invest time and energy to spread the word. The magic irony is that the ridiculous plan is actually the most sensible...
We can view the term ridiculous as an insult from the keeper of normal, a put-down from the person who seeks to maintain the status quo and avoid even the contemplation of failure.
Or we embrace ridiculous as the sign that maybe, just maybe, we're being generous, daring, creative and silly. You know, remarkable.
Two more thoughts on this:
Ridiculous isn't safe. If you do something ridiculous and you fail, people get to say, "you idiot, of course you failed, what you were doing was ridiculous." Which is precisely why it's so rare. Not because we are unable to imagine being ridiculous, but because we're afraid to be.
And second...
Don't be ridiculous because it's a clever marketing strategy. No, be ridiculous because while the effectiveness allows you to be, the real intent is to be generous or thrilling or to touch some stars. Because you can.


S.Godin

Deliliğin karizmasından, sözüm ona marjinalliğinden nemalanmak gibi olmasın ama galiba delirdim. Gel gör isterim ki deliler hastanesine yatsam bile bana deli denmesin. Delilikte tıpkı aşk gibi içi boşalmış bir söylem. Fotograf çekinirken arkadaşının kafasına arkadan parmaklarla eşşek kulağı yapan herkese facebook'da "delisiniz siz yaa :))))))" yorumu yapılmış. Oklavasına kılıf örene "kız tülay allah seni kahretmesin deli bu ayol :D:D" denilen bir dünyaya deli getirmek istemiyorum. Başka bir şey densin bana, kelli densin, felli densin, de deyli dala dulada damburleyli dap dup densin ama deli denmesin. Lütfen buna itina gösterin..



ben çok konuşkan bir insanım, konudan konuya atladığım zamanlarda da, aynı konu üzerinde yoğunlaşmış olsam da sınırsız sürelerce konuşmaktan çekinmem. hep anlatacak bir şeyler bulurum. vereceğim örnek bitmez, ortaya atacağım hipotezler bitmez. beni dinleyen biri olduğu sürece anlatacağım şeyler bitmez.

eskiden her konuda herkese her şeyi söyleyebilen bir insandım, fakat olgunlaştığım için mi bilmiyorum ama artık herkese her şeyi ağzımdan çıkmasını istediğim gibi söyleyemiyorum. bazı şeyleri sadece davranışlarımla ifade etmem gerektiğini hissediyorum. sus, söyleme, yapman gerektiğini yap ve anlaşıl. belki bu olgunlaşmaktır, belki de bir bunalım belirtisi olarak içe kapanma. bilemiyorum.

ama diyemiyorum bazı şeyleri. dile gelemeyen şeyleri söylemekten mi çekiniyorum alacağım olumsuz ya da nötr cevaplardan korktuğum için, yoksa kendime mi güvenemiyorum iyi bir insan olduğuma dair, bilemiyorum. belki de egom bir itiraf için fazla şişkin ya da kırılmaya dair fazlaca zayıfladı zayıf psikolojimle.

insan hayallerinde kurduklarıyla yaşayabildiği bir dünyayı hep ister, ütopiktir. herşeyin toz pembe ya da bembeyaz olduğu. ben de hayallerimin kararacağı ya da toz pembenin üstüne su damladığındaki bulanıklaşmasını istemiyorum belki de.

tek bildiğim şey var, ben iyi niyetli biri olursam, sonunda güzel şeyler yaşayacağım.



Ölülerin Reytingi Yüksektir

Fyodor Dostoyevski.. Hep içine kapanıktı. Yazdığı dönemlerde pek okunmuyordu. Hastalandığında bile yanında yalnızca bir kaç dostu ve bakıcısı vardı. Öldükten sonra cenazesine binlerce kişi katıldı..

Franz Kafka.. Hep yalnızdı. Kadınlarla alakalı şansı hiç yaver gitmedi. Yazdığı dönemde memurluk yapardı ve gazetede yazdığı kadarıyla tanınıyordu. Ölmeden önce yanında yalnızca en yakın dostu ve onun karısı vardı. Ölümünden sonra şimdi onu milyonlarca kişi tanıyor.


Friedrich Nietzsche.. Hep suskundu. Yazdığı dönemde içine kapanmayı severdi ve hep eleştrilirdi. Frengi hastalığının onu delirtmesi ve bünyesini çökertmesi sonucu yatalak oldu. Yanında yalnızca kız kardeşi ve bakıcısı vardı. Ölümünden sonra tüm tabular yıkıldı ve şimdi onu milyonlar biliyor.

Sokrates.. Yaşadığı dönemde yalnızca bilge adam diye biliniyordu ve bu yüzden herkesin nefretini kazandı. Mütevazılığını ve haklılığını suistimal eden halkı onu idama mahkum etti. Yanında yalnızca öğrencilerinden Platon vardı. Ölümünden sonra milyonlarca insan tarafından tanındı ve felsefenin yapı taşlarından olarak görülüyor.

Federico Garcia Lorca.. İspanya iç savaşında gayet barışçı ve optimist eserleriyle ülkesini kalkındırmaya çalıştı. En yakın dostları Salvador Dali ve Luis Bunuel'di. Tanınıyordu. İç savaş esnasında herkes onu terketti. Franco'nun adamları tarafından katledildi. Öldükten sonra dünyanın en iyi şairlerinden kabul edildi.

Edgar Allan Poe.. Erken yaşta ailesini kaybetti ve evlatlık verildi. Gençliğinde içki , kumarla haşır neşir oldu. Kendisinden daha ünlü karısının gölgesinde kaldı. Zamanının bilimadamları tarafından nefret ediliyordu. Tek başına bir hayat sürüyordu. Öldü ve onun gibi bir minimalist amerikan yazarı daha dünyaya gelmedi.

Sylvia Plath.. Hayatı boyunca Manik-Depresif ile boğuştu. Evlendi ve izole bir hayat yaşadı. Kafasını fırına sokarak intihar etti ve dünya üzerindeki en iyi kadın şairlerinden biri olarak nitelendiriliyor.

Uzağa gitmeye gerek yok..

Oğuz Atay.. Türk edebiyatına inanılmaz katkıları oldu. Yenilikçi bir yazı tekniği vardı. Beyninde bir tümör çıktı. Sağlığında hiç bir kitabı 2. baskıya ulaşamıyordu. Ölümünden kısa bir süre sonra milyonlar sattı.

Ahmet Kaya.. Belli bir kitlesi olan ses sanatçısıydı. Kökenini açıkladıktan sonra tüm Türkiye tarafından siktiredildi. Ölümünden sonra tüm o siktireden insanlar onun şarkılarıyla yeniden insanlığını hatırlıyor..

Hrant Dink.. Çok az kişi bilir onun Malatya'da doğduğunu. Oysa biz insanları doğduğu memlekete göre yargılayan bir millettik. Yayınevi ve kırtasiye işletiyordu. Fazla okunmuyordu. Vuruldu. Onu hiç okumamış görmemiş ''ben dahil'' onu milyonlarca kişi savundu.

Ömer Kavur.. Türk sinemasına getirdiği yenilikler ile tanındı. O dönemde onu hiç kimse anlamadı. Eleştirildi. Ölümünden sonra entellektül kesim dahil çoğu insan onun filmlerini hayretlerle izlemeye devam ediyor..

Bu liste uzar gider.
Ama bu liste bana ölümlerin istatistikleşmiş hallerini anlatmıyor.
Bu liste insanların aptallıklarının bir grafiğiymiş gibi geliyor.

Bizler , varlığını önemsemediğimiz herşeyin yokluğu ile mahvolacak kadar aptal yaratılmışız.
Bizler , delirttiğimiz siktirettiğimiz boşverdiğimiz her detayın arkasından ağıtlar yakacak kadar yüzsüzüz.
Ve ölüm bize vurulması gereken bir tokat olmak yerine insanların söylediği son söz , geç kalınmışlığa vurulmuş en iyi damga oldu.
Ölüm , insanlara sesini duyurmaya yönelik bir reklama dönüşmüş.

Gelin bana insanların asil yaratıldığını savunun şimdi.

hiçbirşeyimsin



sen benim hiçbirşeyimsim, lüzumundan fazla beyaz, varlığın anlaşılmaz, yalnızlığın öldüresiye çirkin, hiçbirşeyimsin..sana yazdıklarımdan çok daha az.. uykumun arasında çağırdığım çocukluk sesimle ağlayarak, ne çok çığlıkların silemediği, hiçbir sevişmek yaşamışlığım
sen benim hiçbirşeyimsin.



12/18/2012

Merhaba, ben Johnny Cash!

Sesi insanin ruhuna iyi gelen adam.. Her konseri baslangici "merhaba, ben Johnny Cash" diye selamlayan insanlari..
ve bana bunu yillar once ogreten, hem de nasil acikli bir hikayeyle ogreten sevgili X'e.. ( kendi adinin anilmasini istemedigi icin..)
yine bir baska bol isikli gecede yuz kisinin karsisinda "I walk the line" soylememe sebep olmus..
Kisisel hikayesinin dinamikleri sonucunda keskin hristiyanliga donus yapmis.. ustune yazdiklariyla daha bi etkilemis fln fln.. ayni kadinin pesinden omru boyunca kosar mi bi erkek peki?
neyse, bu sarkilarda kaba, ikonik bir adamin bitmek bilmeyen bir vicdan azabinin oykusu var. her birinde hem de, ama ben de simdi sadece 'hurt' var, 





http://www.sansursuzhaber.com/iran-halkina-yasak-ama-ona-degil_245561

http://www.teknoblog.com/internet/iranin-dini-lideri-ayetullah-ali-hamaney-resmi-yasaga-ragmen-facebookta-yerini-aldi.html

https://twitter.com/SayyidKhamenei

bazı şeyler tamı tamına bazı şeyler hep eksik, nasıl olacak bu işler Günseli?

                                         



Paris vs. New York

http://vimeo.com/49545320



















Arka Mahalle'deki "bağıra bağıra yazdım seni içime bir kez olsun yüzünü güldüremedim" dizesiyle;

Ayrılığın Hediyesi'ndeki  

"kafamı duvara vurmadan 
tanıyabilmek seni
beyninin içindekileri anlayabilmek
ve yitirmeden, yüzündeki anlık tebessümü
bütün saatleri öylece durdurabilmek için
çıldırasıya paraladım kendimi
lanet olsun"

dizelerinin arasındaki benzer 10 sitemi bulunuz.


soyadı kanunu

1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı.Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı..Dünyanın en cimrileri 'eli açık', dünyanın en korkakları 'yürekli', dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar.Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel' soyadını almıştı.Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime 'nesin' soyadını aldım. Herkes 'nesin' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.

Aziz Nesin

Gökten elmalar düşmüş...
Ne olduğunu bilenlerin başına...!

tıp tarihi

M. Ö. 2000 ..... Al bu otu ye.
M. S. 1000 ...... O ot kötü, al bu duayı oku.
M. S. 1250 ...... O dua batıl inanç, al bu iksiri iç.
M. S. 1500 ...... O iksirin ne faydası var, al bu hapı yut.
M. S. 1750 ...... O hap etkisiz, al bu antibiyotiği iç.
M. S. 2000 ...... O antibiyotik kimyasal, al bu otu ye.

hayatınız seçtiğiniz kadındır

Harun Reşit savaşta esir aldığı düşman Generale : 

-Hayatını bağışlarım ama bir şartım var , der.
'Kadınlar hayatta en çok ne ister?' budur bilmek istediğim...
Bu sorunun yanıtını getir kurtar kelleni der.

General sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya başlar
ve Kafdağındaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir....
Günlerce gecelerce at koşturur, cadıyı bulur ve sorar:

-Kadınlar hayatta en çok ne ister?

Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki
yenilir yutulur cinsten değil.....

-Evlen benimle!!!!....
O zaman öğrenirsin ancak istediğini...


Bu ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı alır almaz
koşar Harun Reşit'e ve :

-Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister!.

Harun Reşit Generalin hayatını bağışlar
ancak cadıya da evlenmek için söz vermiştir.
Neyse evlenirler. İlk gece General bir bakar ki , o korkunç cadı
dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş karanlık odada..
Konuşur cadı :

- Benim kaderim böyle....
Günün sadece yarısı güzel olabilirim ,
diğer yarısı çirkinim der.
Ne dersin? Geceleri seninleyken mi güzel olayım ,
yoksa gündüzleri dışardayken mi?..

General düşünür ve :
sen bilirsin kararı kendin ver der.
İşte o an korkunç cadı sonsuzadek güzel bir kadın olarak kalır....

Peki bu öyküden çıkarılacak 3 ders nedir???

1.Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek isterler.
2.Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın her zaman güzeldir.
3.İster güzel olsun, ister çirkin olsun her kadın aslında bir cadıdır ;)

Hayatınız seçtiğiniz kadındır..
Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz,
bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz ,
zeki bir kadına rastlarsanız zekanız gelişir.

Hayat kat kattır.
Babil'in Asma Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir
ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.

Ve bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara ,
gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası ,
manzarası ve hayatıdır..

Hayatınız seçtiğiniz kadındır..


karıma mektup!

Bir tanem! 

Son mektubunda : 
"Başım sızlıyor 
yüreğim sersem!" 
diyorsun. 
"Seni asarlarsa 
seni kaybedersem;" 
diyorsun; 
"yaşıyamam!" 
Yaşarsın karıcığım, 
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; 
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı 
en fazla bir yıl sürer 
yirminci asırlılarda 
ölüm acısı. 
Ölüm 
bir ipte sallanan bir ölü. 
Bu ölüme bir türlü 
razı olmuyor gönlüm. 
Fakat 
emin ol ki sevgili; 
zavallı bir çingenenin 
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli 
geçirecekse eğer 
ipi boğazıma, 
mavi gözlerimde korkuyu görmek için 
boşuna bakacaklar 
Nâzıma! 

    

Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dâva ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanile bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli 
bir mahpusun karısı..

evlerin ışıkları bir bir yanarken..

...

Sonra sabah oluyordu.

İnsanlar uyanıyor, sokaklarda yürüyor, caddelerden hayat akıyordu. Yağmur yağıyor, yağmur duruyor, sucular evlere su taşıyor, balkonlardan örtüler çırpılıyordu. Çocuklar okula gidiyor, okuldan dönüyor, oyun oynuyorlardı.

Akşam oluyordu yine. Yine yanıyordu evlerin ışıkları. Bana inat hayat devam ediyordu. Beni hiç iplemeden, beni kenara iterek, beni öğüterek, un ufak ederek sürüyordu hayat.

Mutfaklarda yemekler pişiyor, televizyon başında diziler izleniyordu. Birileriyle dalga geçiyordu radyoda bir DJ...

Bilmediği bir kederi biliyormuş gibi anlatıyordu bir başkası. Geceleri acıyla uyanıyordum acıyla daldığım uykudan. Bitmeyeceğini sanıyordum...

Bittiğinde belki de en çok ben şaşırdım...


the flea by john donne - seni ısıran sinek gelsin beni de ısırsın şiiri!


























Mark but this flea, and mark in this,
How little that which thou deniest me is ;
It suck'd me first, and now sucks thee,
And in this flea our two bloods mingled be.
Thou know'st that this cannot be said
A sin, nor shame, nor loss of maidenhead ;
Yet this enjoys before it woo,
And pamper'd swells with one blood made of two ;
And this, alas ! is more than we would do.

O stay, three lives in one flea spare,
Where we almost, yea, more than married are.
This flea is you and I, and this
Our marriage bed, and marriage temple is.
Though parents grudge, and you, we're met,
And cloister'd in these living walls of jet.
Though use make you apt to kill me,
Let not to that self-murder added be,
And sacrilege, three sins in killing three.

Cruel and sudden, hast thou since
Purpled thy nail in blood of innocence?
Wherein could this flea guilty be,
Except in that drop which it suck'd from thee?
Yet thou triumph'st, and say'st that thou
Find'st not thyself nor me the weaker now.
'Tis true ; then learn how false fears be ;
Just so much honour, when thou yield'st to me,
Will waste, as this flea's death took life from thee.

elma şarap kadın

Kadınlar ağactaki elma gibidir. En iyileri en üst dallarda bulunur.
Erkeklerin çoğu düşüp incinmekten korktukları için üst dallara uzanmak istemezler. Onun yerine yere düşmüş çürükleri

toplarlar çünkü onları elde etmek daha kolaydır. Yukarıdaki elmalar ise kendilerinde ararlar suçu ve sorarlar nerede

hata yapıyorum diye.

Aslında gerçekten hatasız ve muhteşemlerdir. Sadece doğru erkeğin ortaya çıkıp cesaretini ve

yüreğini toparlayıp o üst dallara ulaşmasıdır bütün olay. Bunu iyi elma olan bütün kadınlarla dalından toplanmış

olsalar bile paylaşın...


Erkekler ise... erkekler ise iyi birer şarap gibidir. Koruk olarak başlarlar, mayhoş ve tatsız. Kadınlar tarafından

canları çıkana kadar çiğnendikten sonra ancak bir yemeğin yanında gidecek kadar tatlanırlar...


Waldorf Astoria

kadinsa kadin doktor spiedell
dudaklari kalin
bugulu
üstüne yoktur linda'nin doktor spiedell
benim linda'nin
(bir içim su)
karanlikta sigara içiyor doktor spiedell
şehvetli
tembel
uykulu

ah doktor spiedell siz yok musunuz
neden durumu anla miyorsunuz
orta dogu'dan vazgeçin diyorum size
zaten alişverişi nedir orta dogu'nun
güney dogu asya'yi alsaniz elinize
ah doktor spiedell ne işler çevrilir
haksizlik neresinde bunun

müzikse müzik doktor spiedell
işte bakin
bunlar orlean cazcilari tek tek
işte doc smithy
crazzy pat işte
işte dikenli trompetler kavgaci kontrbaslar
öyle mi wagner'i seversiniz demek
(ah doktor spiedell siz avrupalilar)
demek çelik migferli profili bismarc'in
gözlerinizi doldurur her dinleyişte
birakin doktor spiedell
birakin
birakin eski prusya'nin köhne ugultusunu
işte king barnett
georgia blues işte

yanlişiniz var doktor spiedell
yanlişiniz
canim sir cunnungham'i tanimaz misiniz
- ...londra'da nasil konuşmuştuk diyecek
londra'da diyecek
i.g. farben için
(yani sizin için doktor spiedell)
orta dogu diyecek hesapta var miydi
siz de bilirsiniz ki doktor spiedell
imperial chemical industries demek
beş aşagi beş yukari
sir cunningham demek
orta dogu zaten bir ingiliz pazariydi
sizin için hesapta var miydi doktor spiedell
ama dogru söyleyin
hesapta var miydi

viskiyse viski doktor spiedell
hem de sevdiginiz
black and white
gönüller şen olsun doktor spiedell
nasilsa içebiliriz
henüz saat
o kadar geç degil ki
prosit doktor spiedell
prosit
yari geceden sonra başlar
newyork'ta hayat


Waldorf Astoria - NYC

deniz zaferi!

Nusret nerede?
Parka koydular, maket.
Yavuz nerede?
Jilet oldu.
Midilli?
Battı.
Bandırma vapuru nerede?
Hurdacıya satıldı.
Savarona?
Oyuncak
*
Türk tarihinin en önemli 5 gemisinin hali işte bu...
*
Donanmanın gururu Salihreis firkateyni resmi geçit yaptı, ki, gururumuzun adaşı Salihreis deniz otobüsü geçen sene park halindeki şilebe patlattı, haşat oldu... Başbakanımız Çanakkale’de konuşma yaptı, ki, adaşı Recep Tayyip Erdoğan feribotu da Yalova iskelesine patlatmıştı.
*
Denizaltılarımız, Çanakkale Boğazı’nda kuru yük gemisine bindirerek batan Dumlupınar’ın üzerinde resmi geçit yaptı, ki, en meşhur denizaltılarımız Batıray’a Almanlar el koydu, Atılay mayına
çarparak battı, Yıldıray’ın geçen sene köhne makine dairesi havaya uçtu, “Saldıray”ın adaşı ise, darbe şüphelisi...
*
Bir başka meşhur denizaltımız, Koç Müzesi’ndeki Uluçalireis’te “darbe patlayıcıları” bulundu, ki, kaptan-ı derya Uluç Ali Reis, çakma reistir, Türk filan değildi aslında, Giovanni Dionigi Galeni isminde İtalyan korsanıydı, bilahare, Müslüman olup, Osmanlı’ya kaptan-ı derya oldu... Ki, zaten, Cumhuriyet dönemi kaptan-ı deryalarımızdan biri önceki sene yolsuzluktan içeri girdi, er rütbesine düşürüldü, “amiral battı” yani... Bir başka kaptan-ı deryamız ise, “darbe günlükleri”nden girdi çıktı.
*
Türk yıldızlarımız, Çanakkale Anıtı’nın üzerinden vıjjj diye uçarak göğsümüzü kabarttı, ki, bu gururu bize yaşatan Hava Kuvvetleri’nin komutanı da, tertibi kaptan-ı derya gibi “memleketi yıkmaya teşebbüs” iddiasıyla girdi, çıktı... “Stratejik ortağımız”ın uçak gemisi tarafından kaptan köşkü füzeyle mıhlanan Muavenet mevzuuna, hiç girmeyeyim.
*
Türk ordusunun komuta kademesini utanmadan Alman subaylarına emanet ettikleri için, 276 kiloluk top mermisini sırtında taşıma görevi, haliyle, gariban Türk’e, Seyit Onbaşı’ya kalmıştı,koskoca İngiliz armadasını denizin dibine yolladı, çavuş bile olamadı garibim, onbaşı kaldı... Ki, kahraman Seyit’in bağlı olduğu 1’inci Ordu Komutanı’nın birini içeri attılar, biri girdi çıktı.
¡
“Deniz Zaferi” diye buna derim ben...
Cümleten nice hayırlı zaferler diliyoruz!


Y.Özdil

nevruz!

Neymiş efendim...

Türkler Nevruz diyormuş.

Kürtler Newroz diyormuş.

Hadi len!

*
Kimse kimseyi yemesin.
Nevruz bayram değildir.
*
PKK dayattı, kutluyoruz.
Hepsi bu.
*
... Göktürklerde bile varmış, vay efendim, omuzlarında yılan taşıyan zalim krala haddini bildiren demirci Kawa’yı nasıl bilmezmişiz filan.
*
Lafonten misiniz ...
Bu ne masal merakıdır böyle?
*
Hafızanızı yitirdiyseniz... Mitoloji kurcalayıp, taaa milattan önceye gitmenin âlemi yok, ananıza babanıza sorun, var mıydı bu ülkede böyle bi bayram?
*
Bazıları da çiçek çocuk... “Buzul çağının bitişini müjdelediğinden beri kutlandığını” iddia ediyorlar... Buzul çağı 1991’de mi bitti Türkiye’de? PKK’dan önce bahar gelmiyor muydu?
*
(Yek, dü, cihar diye zar atıp, “Tavla Türk icadıdır” demeye benzer, Nevruz... İran geleneğidir çünkü, Farsçadır. Türkçe değildir. Kürtçe de değildir. Kürtçe olsa, newroj demen lazım... Niye newroz diyorsun? Beri yandan... İnternete girerken “www” yazacaksın, “show” tiviyi izleyeceksin, ampul kaç “watt” diye soracaksın, bin yıllık kenefe “wc” yazacaksın... Sonra da “newroz”daki “w”ya itiraz edeceksin! Böyle mi koruyorsun Türkçeyi?)
*
Koca koca bakanlarımız örs dövüyor, yumurta tokuşturuyor, olimpiyat ateşi gibi meşaleler yakılıyor, göbekli göbekli valilerimiz el ele tutuşup ateşten hopluyor, sanırsın çocukluğundan beri kutluyor...
*
Biz kimsenin “nevruz” diye bi bayram kutladıklarını duymadık... Sülalede ateşten atlayan bir ben varım, o da 21 Mart’ta değil, 5 Mayıs gecesi, hıdrellezde.
*

Kimse kimseyi yemesin... Bugün 40 yaşında olan biri, 5 yaşındayken çekilmiş nevruz bayramı fotoğrafını göstersin, lastik yakıp atlamazsam namerdim. ..


Business Style : Şarabı Anlamak / isseyahatleri.com

Şarap, kökleri toprakta olan ama ruhunu dışarıda kazanan bir yaşamdır. Yüzlerce yıllık sabrın, olgunluğun ve tecrübenin getirdikleri onda, daha topraktayken vardır. şarap binlerce yıllık varlığıyla tarihe şahitlik etmiş, kimi zaman para yerine kullanılmış, ekonominin malzemesi olmuş ama gururunu ve kendine haslığını hiç bir zaman kaybetmemiştir. şarabı özel yapan, aynı yerde yetişen üzümlerden kimi zaman dik başlı ve sert, kimi zaman yumuşak ve sakin ortaya çıkmasıdır. şaraba hükmetmek imkansızdır çünkü aslında o topraktır, yaşamıştır ve insanların tek yapabileceği onun yanında, onun kurallarıyla oynamaktır.

Şarap insanoğlu için başlangıçtan itibaren bir zevk kaynağı olmuştur ve insanlığın ilk ürettiği maddelerden biridir. şarabı ilk kimin yaptığı veya onun zevkine ilk kimin vardığı kimse tarafından bilinmemektedir fakat bilinen bir şey varsa o da daha önce de söylendiği gibi şarabın insanlık tarihi için yadsınamayacak bir önemi olduğudur. şarap, tarih boyunca çeşitli roller oynamıştır. Dini törenlerin bir parçası olmuş, ilaç ve antiseptik olarak kullanılmış, suyu arılaştırmış, yemekleri ziyafetlere dönüştürmüş ve insanların rahatlatıcı ve cesur dostu olmuştur.

İnsanlık için bu kadar önemli olan ve eğilmeyen şarap aslında nedir?
En basit terimlerle şarap doğal yollardan fermantasyona uğramış taze meyvelerin oluşturduğu alkollü bir içecektir. Fakat şarabı sadece böyle değerlendirmek ona büyük bir haksızlık olur. şarap, topraktan koparılıp içildiği güne kadar yaşayan ve kendine bir ruh geliştiren bir içecektir.

Bugün şarap üretimi hakkında geçmişe oranla daha çok şey biliniyor. En kaliteli üzümlerin şaraba dönüştürülmesi eskiye oranla daha başarılı yapılabiliyor. Hatta modern çağlarla birlikte şarabın değerinin öğrenildiği, belki de yeniden keşfedildiği söylenebilir. Louis Pasteur'ün yıllar önce "şarap bütün içeceklerin en sağlıklı ve temizidir" lafının doğruluğunu yeni yeni anladığımız bir gerçektir.

İnsanoğlu, ilk insanların ve bir çok uygarlığın zevk kaynağı olan şarabı yeniden keşfetmektedir. Bunu yaparken Aristo'nun "Bana beynimi ıslatmak için bir kadeh şarap getirin" lafını anımsayan çok azdır fakat, çoğu şarap tutkunu hiç kuşkusuz bu lafın doğruluğunu yaşamaktadır. şarabı daha iyi tanımak, ondan daha fazla zevk alınmasını sağlayacaktır.

Şarabı anlamak için ilk önce onun üretiminde insanların rolünün aslında ne kadar az olduğunu bilmek gerekir. İnsan faktörü şarabı saklarken önemlidir çünkü doğa zaten şarabı üretecektir. İnsanların şarabın kurallarına uyması gerektiğini daha önce söylemiştik, bu kuralların en önemlileri ona bir mahzen hazırlarken ortaya çıkar. Mahzenler, en basit tanımlarıyla şarapların rahatsız edilmeden olgunlaşmaları için kurulmuş odalardır. Mahzenlerde sıralı dizilmiş tozlu şişeler, sabır dolu bir yavaşlıkla karanlık, serin ve nemli havayı solurlar. Mum ışığında aydınlatılan antik Bordeaux şarapları, California cabernetler ve koyulaşmış Porto şarapları demir kapılar arkasında beklemektedirler. Mahzen şarabın hayatında önemli bir yer tutar ve özenle hazırlanmalıdır.

Unutulmamalıdır ki şarap canlıdır. Çevresine olumlu veya olumsuz tepki verir. Ona nasıl davranıldığı, yıllanma hızını ve sonuçta nasıl olacağını belirleyecektir. şarap temiz, karanlık ve kuytu yerlerde sabit ısılarda ve iyi bir havalandırmayla saklanmalıdır. Bir mahzende önemle üzerinde durulması gereken faktörleri ısı, nem, karanlık, sakinlik, temizlik, havalandırma ve şişenin saklanma açışı olarak sıralayabiliriz.

NEM, mahzendeki şarabın hayatında ısıdan sonra gelir. Nemin asıl yararı mantarların ıslak kalmasını sağlamak ve böylece şişeye hava girmesini önlemektir. Bir mahzen, % 50-80 oranında nemli olmalıdır. Bu miktarlar arasındaki herhangi bir nem oranında şaraplar saklanabilir fakat genellikle %70 tercih edilir. Fazla nem miktarı şarabı bozmayacaktır, sadece şişenin etiketinin eskimesine yol açacaktır. Nem miktarı gerekenden az olursa, şarabın mantarı küçülecek, şişenin içine hava girecek ve şarap sirkeleşecektir. Bu nedenle nem miktarına dikkat edilmelidir.

IŞIK, şarabın olgunlaşmadan yıllanmasına neden olacaktır. Işıktan ilk etkilenecek şişeler açık renk olanlardır, fakat koyu renk şişeler de ultraviyole ışıktan etkileneceklerdir. UItraviyole ışınlar şarabın tadının değişmesine ve aromasının acılaşmasına neden olabilirler. Mahzenlerde loş ışıklar kullanılmalıdır. Bu, şarabın kendi halinde, rahatsız olmadan yıllanması için gereklidir. SAKİN ortamlarda şarap, kendini bulmak için dinlenir. Bu, şarap için çok önemli bir dönemdir. Titreşimler şarabın rahatını bozacaktır. Titreşime maruz kalan şarapların tam anlamıyla olgunlaşmadıkları hatta bozuldukları görülmüştür. şarap bir kere yerine yatırıldıktan sonra içileceği vakte kadar kımıldamak istemez.

Şaraplar yatay saklanmalıdır çünkü bu şekilde şarap mantarla temas halinde olacak, mantarı ıslak tutacak ve şişenin içine hava girmesi önlenecektir. Sıcak yüzünden bozulan şarap miktarı soğuk yüzünden bozulanlara oranla daha fazladır. Sıcak şaraplarda alkol tadı daha belirgin olacağı için, sıcak şarap içmek pek fazla tat vermeyebilir. Buna karşılık soğuk ya da serin şarapların içimi her zaman daha kolaydır. Bu yüzden kuşkuya düşüldüğü zaman soğuk şarap tercih edilmesi daha mantıklı olacaktır. Tabi ki bütün bu yazılanlar şarapların belirli servis dereceleri olmadığı anlamına gelmez. Her şarabın belirli bir servis derecesi vardır.

65°F / 18°C : Avusturya Shiraz'ı, Kaliforniya Cabernet Sauvignon'u, Ren Bölgesi şarapları ve Vintage Portoo.

63°F / 17°C : Bordeaux, Châeauneuf-du-Pape, Ribera del Duero, Güney Afrika Pinotage'u ve Katalan, şili, ve Avusturya Cabernetleri.

61°F / 16°C : Red Côte d'Or Burgvey, Güney Fransa ve İtalya Kırmızı şarapları, Rioja, Toro, Avusturya ve Kaliforniya Pinot Noir'ları.

50°F / 15°C : Côte Chalonnaise, Douro kırmızı masa şarapları, genç Zinfveel, Oregon Pinot Noir, Yeni Zellvea Cabernet ve Pinot Noir'ları, Oloroso ve Cream şerileri.

57°F / 14°C : Chinon, Bourgueil, Kuzey İtalyan ve Washington Cabernet Sauvignonları, Valpolicella, genç Chianti.

54° - 55°F / 12 - 13°C : Genç Beaujolais, kırmızı Sancerre, Bardolino, Lago di Caldaro, genç Portekiz kırmızı şarapları, vin de pays.

50°F / 10°C : Kaliforniya ve Avusturya Chardonnay, Sauternler, Beyaz Côte d'Or Burgundy, tatlı Alman şarapları, Ren ve Mosel Kabinett ve Spätlese, Tokay, Avusturya likörü Muscat, İtalyan Chardonnay, Beyaz Rioja, Fino ve Amontillado şerileri, Sercial Maderia, Beyaz Porto.

48°F / 9°C : Beyaz Pessac-Léognan ve Graves, Kuzey-doğu İtalyan beyaz şarapları, Washington Chardonnay, Şili Chardonnay, Avusturya Semillon.

46°F / 8°C : Alsace, Chablis, Côte Chalonnaise ve Mâconnais beyaz şarapları, sek Alman şarapları, Avusturya Rieslingi, İngiliz şarapları, Cabernet ve grenache rosé.

45°F / 7°C : İyi şampanyalar ve köpüklü şaraplar, Sancere, New York ve şili Sauvignon Blanc.

43°F / 6°C : Beyaz Bordeaux, Muscadet, Anjou, diğer Sauvignonlar, Asti.

41°F / 5°C : Qba Alman şarapları, Soave, genç İspanyol ve Portekiz beyaz şarapları, Vinho Verde, İsviçre Chasselasu, Avusturya Grüner Veltliner.
























Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben oldukça var dünya, ben yoksam o da yok..

21 aralık şirince günübirlik!


catastrophe!

Nothing is funnier than unhappiness, I grant you that. ... Yes, yes, it's the most comical thing in the world. And we laugh, we laugh, with a will, in the beginning. But it's always the same thing. Yes, it's like the funny story we have heard too often, we still find it funny, but we don't laugh any more..

you are there somewhere alive somewhere vast stretch of time then it's over you are there no more alive no more than again you are there again alive again it wasn't over an error you begin again all over more or less in the same place or in another as when another image above in the light you come to in hospital in the dark

again...nothing is funnier than unhappiness !!


Şeyh uçmaz mürit uçurur!



AKP'li Osmangazi İlçe Belediyesi'nin "kaçak" gerekçesiyle çok sayıda gecekonduyu yıktığı Yunuseli Mahallesi'nde Nakşibendi şeyhi olduğunu öne süren ve müritleri tarafından "Şeyh Ahmet Yasin Hz. el Bursevi el - Buhari" olarak adlandırılan bir kişi tarafından 4 milyon TL harcanarak 1. sınıf tarım toprağına yaptırılan lüks villanın bahçesine sandukalar konuldu, aşevi yapıldı.Levent GencelliCumhuriyet- Haftanın 2 günü villada yapılan zikir için bölgede ve internet sitelerinde duyurular yapılırken şeyhe yakın olmak için müritleri bölgede arazi alma yarışına girdi.

Yunuseli Mahallesi Muhtarı İbrahim Bahar, villanın bahçesinde dini yayınlarla, takke, sarık ve cüppe satan işyerleri olduğunu, villanın alt katlarında ise kadın ve erkekler için saunalar, banyolar, yemekhaneler ve çok sayıda oda bulunduğunu belirtti. Villanın giderek türbeye dönüştürüldüğünü, bunun mahalleliyi tedirgin etmeye başladığını ifade eden Bahar, “Çocuklar yanından geçmeye korkuyor. Vatandaşlar her gün şikâyete geliyor. Vatandaşımız sandukalardan tedirgin. Bu sandukaları niçin yaptılar? Kimin bilmiyoruz... Bir şey de açıklamıyorlar” diye konuştu. Bahar, villada çalışan kişilerin yeni bir çeşme yapacaklarını ve bu çeşmeden mahalleliye çorba dağıtacaklarını söylediğni de belirtti.

Yunuseli Mahallesi’nde Halilurrahman Derneği’nin merkezi olarak da kullanılan lüks villanın yapımı için yüklü miktarda bağışlar alındığı da iddia edildi. Villanın bahçesindeki farklı yerlerde “sadaka kasaları” dikkat çekiyor. Halilurrahman Derneği’nin internet sitesinden yapılan bir çağrıda şöyle deniliyor: “Şimdi de sıra ihvanlarda. ‘Anam babam evladım malım mülküm sana feda olsun Ya Rasulallah’ diyen sahabe gibi, ihvan kardeşlerin yardımlarını bekliyoruz. Zannetmeyin ki Şeyh Efendi’nin ‘veya Saadatı Kiramın’ sizin paranıza puluna ihtiyacı var. Hayır! Sizin onlara ihtiyacınız var. Mübarek (Şeyh) ‘Bu inşaatta öyle herkesin parasını kabul etmeyeceğim’ dedi zaten. Aklı olan yetişir!!! Şimdi de hep beraber göreceğiz, kim ne kadar sadık mürit, kim şeyhi uğruna ne kadar neyini feda edecek, kimi de bana dokunmayan yılan misali yapacak. Ümidimiz odur ki içimizden haris, pinti ve dünya düşkünü çıkmaz... Sonra kimse ‘Ben uçamadım, ben güzelce yükselemedim vb.’ gibi üzülüp kalırsın.” Kıbrısi ile bağlantılı

Mahallede “gizemli adam” olarak da tanımlanan Şeyh Ahmet Yasin’e ait internet siteleri de bulunuyor. Bu sitelerde, 1962 Bursa doğumlu Ahmet Yasin’in 12 yaşında ailesiyle birlikte Bursa’dan Almanya’ya gittiği, burada dini eğitim aldığı, 2001 yılına kadar 17 kez hacca, 11 kez de umreye gittiği bilgisi veriliyor. Ahmet Yasin’in, Amerika, Güney Afrika, Bosna Hersek, Makedonya’ya gittiği, Almanya’nın Mönchengladback şehrinde amcaoğlu Ünal Efendi’nin maddi ve manevi katkılarıyla dergâh açtığı da ifade ediliyor. Bu sitelerde Ahmet Yasin’in son şeyhinin Nâzım Kıbrısi olduğu da belirtiliyor. Tarikatların gözdesi

Bursa’nın verimli topraklarının bulunduğu, önemli bir tarım alanı olan Yunuseli bölgesi, yerel yöneticilerin göz yummasıyla çarpık kentleşmenin kıskacına girdi. Havaalanına da yakın olan bölgede TOKİ tarafından konutlar yapılmaya başlanınca hızla göç aldı. Yunuseli’nde Nakşibendilerin yanı sıra, Süleymancılar ve Nurculara ait çok sayıda kaçak Kuran kursunun olduğu biliniyor. Meclis’e taşıyacağız

CHP Bursa İl Yönetim Kurulu Üyesi Ali Küçüksarı, “AKP’li Osmangazi Belediyesi, bu villayı sorgulayacağına önünü açmış. Yunuseli’nde onlarca mahalle asfalt beklerken, tarikat villasının önüne asfalt yol yapılıyor. Villa bahçesinde açıklanamayan sandukalar var. Devrim yasaları ayaklar altına alınıyor, imar yasalarının çiğnenmesine göz yumuluyor. Bize bazı üst düzey AKP’lilerin bu villaya girip çıktığına ilişkin bilgiler geliyor. CHP olarak konuyu milletvekillerimiz aracılığıyla Meclis’e taşıyacağız” dedi.


a ş k !?!? böööööö! aşk asla anlatılmayacak hikayelermiş..!


Zamanın ilerleyen bir şey olduğu fikri aşkla bağdaşmıyor sanırım....

Yaşamın pek çok yönünü bugünden yarına artarak, çoğalarak, ilerleyerek taşıyabileceğimi farkettim bugün. Atalarımızdan daha bilgili ve tecrübeli olduğumuzu sanabilir; hal böyleyse, torunlarımızın bizden daha bilgili ve tecrübeli olacağını varsayabiliriz. Geçmiş yüzyılların insanlarını telef eden hastalıklar şimdi kitaplarda birer isimden ibaret kaldığına göre, yarın bugünün muammalarına bir çözüm, dertlerine bir deva bulunacağına inanabilir ve zamanlar birlikte insanlığın da ilerlediği fikriyle avunabiliriz...?
Ama aşk sözkonusu olduğunda zamanın iktidarı erimeye başlıyor. ne atalarımızdan daha iyi, ne de torunlarımızdan daha kötü aşıklar olduğumuzu kabullenebiliriz. geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesinin sıralaması aşka uymuyorrrr ben uyduramadım yani... insan bugün, dündan daha çok şey bildiğini ve yarın daha da çok şey bileceğini varsayabilir; ama aşk böylesi varsayımları pek kaale almıyor...
ne gariptir ki, bunca zaman sonra zamandan anladığım hálá bir kum saati. Bana göre zaman akar ve birikir; kontrol edilemez ama ölçülebilir, önüne geçilemez ama bilinebilir. Oysa aşkın zamanı böyle değilmiş. aşkın zamanı kum saatinde kararlılıkla büyüyen bir kum tepeceğiyle değil, olsa olsa su ile tarif edilebilir... belki? 


Aşkın yaptıklarından ve yapacaklarından kimsenin sorumlu tutulamayacağını öğrendim... her suçun bile bi bahanesi var nihayet! 

Başka..?

Aşk öncesiz ve sonrasız.... dünsüz ve yarınsız... aşık olduğumuz insanın ne eski aşklarının, ne de sabık aşıklarının varlığına tahammül edebiliyoruz - ben ve etrafımdaki herkes!- eğer aşıksak, geçmişten zerre kadar hazzetmez, selef istemiyoruz. geleceğe gelince, aslında o da hiç gelmesin..di mi? Halef de istemiyoruz haliyle o zaman..

demek ki aşk tam da ''şimdi’’ye, şu ana aittir. ‘‘hep vardım’’ diyemez; ‘‘hep var olacağım’’ diyemeyeceği gibi.

Ne ki aşk?..

Asla anlatılmayacak bi hikaye?

Ya da hoşçakal dedikten sonra tekrar karşılaşacağını bilmek, kader?

Evin ananhtarından bi kopya daha yaptırmak, güven?

Cem Yılmaz'a göre göre bitki isimleriyle başlayıp hayvan isimleriyle biten şey..

Bağımlılık yapan, mutluluk verici, bi tür uyuşturucu gibi bişey.

Konuşurken boğazını düğümleyen, sürekli onu düşündüren?

Herhangi birine sürekli ondan sanki dünyadaki tek insanmış gibi bahsettiren..
Afişe olmadıysa insanın kendine söyleyemediği

Yeteri kadar yaşayıp fazlasıyla insanı konuşturan

Bi kokunun peşinden insanın gözü kapalı gitmesini sağlayan

Dinlerin en ucuzu???..

Ya da siyah beyaz benekli bi inek, tapmasını bilene.

Belki bi tür psikolojik bozukluk.

Ne diyorlardı: ''Dünyanın en güzel sesinden dünyanın en güzel şarkısını dinlemek''

Onu görmezsen öleceğine inanmak.

puffffff! neyse ya da sadece;.......

aşk bir kesik yarasıdır... çok acır, çok kanar, çok zor iyileşir, geç kapanır yara; lakin izi asla geçmez, hep ordadır kesik yarası; unutturur kendini bir süre sonra ama hala ordadır. baktıkça hatırlarsın. ne kadar büyükse kesik yarası o kadar çok çarpar gözüne. daha büyük kesik yaraları unutturur ancak bir öncekinin acısını.

uyuyım ben artık!

23:15

1


aşk bu, morfine fena halde benziyo...

acıları azalsın diye bas morfini, tam alışınca da kes.

- e n'oldu?

- tedavin bitti, hadi git sen artık..

- hö?


osmanlı devleti'nin yükseliş döneminde haritacılık !


çok çileli iş olsa gerek...
dönemin haritacılarının genelde bir süre sonra akli dengelerini kaybettiği ya da çok genç yaşta aramızdan ayrıldığı söylenir.

- eveeet... 17 aydır üzerinde çalıştığım âli osman siyasi haritasını bitirmiş bulunuyorum.

- mustafa efendi!!! mustafa efendi!!! sultan süleyman katar, bahreyn, kasr-ı şirin, bağdat ve tebriz'i de almış.

- eee sıçacam ama...

ya da

habire deri üstüne yeni harita çiziktirmek demek!
-eveet (kılıçla dürterek)şuraları şuraları ve şuraları alacağız!
- devletlum, kılıçla haritayı kesmek yerine parmakla göstersek?

-biz dünyanın doğu kısmıyla ilgileniyoruz (caart kılıçla haritayı kes)

- (aha gitti harita) hakk-ı âliniz var şevketlum
-macaristan'ı ayaklarımız altında ezeceğiz (haritayı çiğne, çizmeylen üzerinde gezin)

-ehmm olsun, ben yenisini yaparım cihanparem


the good morrow


''I wonder by my troth, what thou, and I

Did, till we lov'd? Were we not wean'd till then?

But suck'd on countrey pleasures, childishly?

Or snorted we in the seaven sleepers den?

T'was so; But this, all pleasures fancies bee.

If ever any beauty I did see,

Which I desir'd, and got, 'twas but a dreame of thee.

And now good morrow to our waking soules,

Which watch not one another out of feare;

For love, all love of other sights controules,

And makes one little roome, an every where.

Let sea-discoverers to new worlds have gone,

Let Maps to other, worlds on worlds have showne,

Let us possesse one world; each hath one, and is one.

My face in thine eye, thine in mine appeares,

And true plaine hearts doe in the faces rest,

Where can we finde two better hemispheares

Without sharpe North, without declining West?

What ever dyes, was not mixed equally;

If our two loves be one, or, thou and I

Love so alike, that none doe slacken, none can die.''



conservatism?

if you will not have god, you should pay your respects to hitler and stalin


Monastic Communalism!


“ Plato doubtless did well foresee, unless kings themselves would apply their minds to the study of philosophy, that else they would never thoroughly allow the council of philosophers, being themselves before, even from their tender age, infected and corrupt with perverse and evil opinions. ”

“ …two hundred miles across in the middle part, where it is widest, and nowhere much narrower than this except towards the two ends, where it gradually tapers. These ends, curved round as if completing a circle five hundred miles in circumference, make the island crescent-shaped, like a new moon. ”

“ ...but, if they are mistaken, and if there is either a better government, or a religion more acceptable to God, they implore His goodness to let them know it. ”


seçim!


Hayat seçimlerle dolu.

Dans bar mı gece kulübü mü,..

türkçe pop mu yabancı mı, ...

Bohem mi? burjuva mı?..
mini mi süper mini mi,

Ajda mı Sezen mi, ...

sarışın mı esmer mi? ...

Birini seçmek zorundasın. Sadık kalmayı ya da aldatmayı, gerçekleri ya da yalanları, aşkı ya da nefreti seçersin. Kesin olan bi şey var, birini seçtiğinde diğerini kaybedersin …Kaybettiğin anda da onu istemeye başlarsın. Aşkı başlatan şeyle bitiren şey neden hep aynı oluyor?
Benim tanıdığım bi adam var. İki lafından biri sadakat, masumiyet, dürüstlük. kendinden olmayanları başkalarında arıyor. Ya da aslında kendinde olan eksiklerini başkalarında tamamlıyor!Hep de yanlış yerlere bakıyor. Adam olmayı seçmiş görünse de aslında kurt adamlıktan vazgeçemiyor. Daha geçen gece kalbi kırık bir esmerle kurt adama dönüştü. Sabah baş ağrısı ve pişmanlıkla uyandı (mı?) Ve bir seçim yaptı, kendi de farkında değil! Hayat seçimlerle dolu. Birini ya da ötekini, birinin aşkını ya da nefretini seçmek zorundasın.Bazılarımız seçimlerini yapar, nefret edilmeyi göze alır. Bazıları da sevilmemekten öyle korkar ki seçim yapamaz.nolur sonunda, kaybeder, ama ne yazık, kaybettiğini de sonra farkeder! yeni yedek parçalarla...

edit: neymiş? hayat seçimlerle doluymuş, birini seçerken ötekini kaybedermişsin şekerim ;)


konuştukça


Konuştukça içimdeki uğultu büyüyor, dedi Kadın. Büyüdükçe daha
çok konuşuyorsun, dedi Adam. İnsanlara karıştıkça yalnızlığım artıyor,
dedi Kadın. Yalnızlaştıkça daha çok karışıyorsun, dedi Adam. Yaşadıkça
acılarım çoğalıyor, dedi Kadın. Acıların çoğaldıkça yaşadığını sanıyorsun,
dedi Adam. Sana yaklaştıkça uzaklaşıyorum, dedi kadın. Uzaklaştıkça
yaklaşıyorsun, dedi adam.
Yalnızlığın uğultusu...diye fısıldadı Kadın, buna dayanamıyorum artık.
Dayandıkça koyulaşacak, dedi Adam. Pencereden usançla baktı Kadın.
Sokakta her zamanki cansıkıntısı ve telaş. Satıcılardan, tüpgazcılardan
ve çocuklardan yükselen bağırtıya, bariyerlere, inşaat artıklarına
betonla yaprağın kaynaşmakta gösterdiği çaresizliğe baktı. Çocuğunu
hırpalayan öfkeli anneye,
Servise yetişmek üzere koşuşturan memurun giysisindeki uyumsuzluğa,
vinç operatörünün kar altında çimento torbasının üstünde kıldığı namaza
baktı. Birbiriyle konuşmadan yürüyen ortahalli yaşlı karı kocaya. Askerin
çehresindeki korkuya baktı. Koyulaştıkça dayanılmazlaşıyor, dedi.
Ötekini dinlemenin dayanılmazlığına baktı bu kez, konuşmanın
ağırlığına. Sokakta pervasızca yürüyen köpeğin yılgınlığına. Kendilerini
satılığa çıkarmış gibiydiler. Bir tellal gibi bağırıyordu yalnızlıkları. Efendisine
yakarıyor,'siz benden daha iyi bir köle bulabilirsiniz fakat ben
sizden daha iyi bir efendi bulamam,' diyordu. Evlilik, arkadaşlık, akrabalık,
komşuluk sanılan beraberliklerin yakarışına bakıyor, yüreğine dokunan
sözlerden gözyaşlarını tutamıyordu Yalnızlık. Kölesini satmaktan
vazgeçiyordu.





uzak uzak


Ben seni severim de; düzenim bozulur diye korkuyorum..

Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar,

Sinemaya gitmeye, el ele tutuşmaya falan kalkarız.

İşin yoksa; saç tara, parfüm sık..

Küsmesi, barışması, ayılması bayılması,

Ona baktın, bunu süzdün...

Hatta; eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması..

Bu kadar ceremeye ne gerek var?

Sen de uzaktan sev beni yar

A - Z


" diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki bildiklerinden, hayatının gidişinden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. belki de çok az... o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum... az...

sen de farkettin mi? az, dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabe ile yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşmak için.''

h.günday,az,s:349
Kocaman bir ülke olan hindistan'da pek çok şey gibi coğrafi olarak ana yemeğinden tatlılarına büyük değişiklikler gösteriyomuşş.. hindistan'da farklı inanışlar da değişik mutfakların doğmasına sebep olmuş.. 

çok derin olmasa da öğrendiklerimin bir kısmını paylaşayım.. bazı gruplar düşünceyi bulanıklaştırdığın inandıklarından hayvansal ürünlere ek olarak soğan ve sarımsak dahi yemezken, bazılarının soğan, patates gibi bitkileri bile bitki tamamen öldüğü için yemedikleri oluyomuş.. bu gruplar bitkiyi öldürmeden alabildikleri meyve tarzı besinleri yiyorlar yani (patlıcan, biber, domates, elma vs.)..ilginç!

sebze, pirinç, bakliyat çok seviliyormuş.. hindistanda "pilav" isterseniz alışkın olduğunuzdan çok daha yumuşak, içinde sebzeler ve baharatlar olan insanların elleri ile sıkıştırarak yediği kıvamda bir şey geliyormuşş.. bizdeki çıtır çıtır kavramı pek gelişmemiş.. hamur işleri dışında çoğu yemek gayet cıvık, gayet baharatlıymış.. yemeğin ana malzemesinin tadını almak zormuş.. bence sırf bu yüzden bile baharatı sadece ana malzemenin tadını belirginleştirecek kadar kullanan türk mutfağı ile çok farklı..


HİNT MUTFAĞI HAKKINDA BİLGİLER

Hint mutfağında yoğun baharat kullanımı, vejeteryanizim ve oldukça zengin bir çeşitlilik sunan yerel sebzelerin kullanımı öne çıkan unsurlar arasındadır.

Mutfağın en çok kullanılan baharatları köri, acı biber, siyah hardal tozu, zencefil, sarımsak, kimyon, hintsafranı, çemen, şeytantersi olarak sıralanabilir. Birçok baharatın karıştırılması ile elde edilen ve masala denilen çeşniler mutfakta önemli bir yer tutar. Masala’nın Garam masala, tika masala, goda masala gibi farklı türleri vardır. Bu çeşniler içerdikleri baharatlara göre adlandırılırlar. Hint mutfağı kuzey, güney, doğu ve batı mutfakları olarak dörde ayrılır. Her mutfağın kendine has karakteristikleri vardır. Kuzey Hint mutfağı süt ürünlerinin yoğun olarak kullanılması ile diğerlerinden ayrışır. Yoğurt, yağ ve süt mutfağın olmazsa olmazlarındandır. Kuzey Hint mutfağında yaygın pişirme türü tavadır ve başlıca yemekleri mirchi bada, buknu, bhujiya, chaat, kachori, imarti olarak sayılabilir.

Samosa: Kuzey Hint mutfağının tipik atıştırmalıklarındandır. Üçgen prizması ya da hilal şeklinde açılmış hamurun baharatlı patates, kıyma ve soğan ile doldurulması ile elde edilir. Yanında naneli bir sos ile servis edilir. Batı Hint mutfağı balık, hindistan cevizi ve pirinç üzerine kuruludur. Doğu Hint mutfağının farklı olduğu yönü tatlılarıdır.

Rasgulla: Şurup ve peynir ile yapılan top şeklinde tatlılara verilen addır. Sandesh: Süt, Hindistan cevizi ve şeker ile yapılan bir çeşit tatlıdır. Rasabali: Doğu Hint mutfağına özgü bir başka tatlıdır. Süt ve kahverengi özel bir peynirden yapılır. Chhenna Poda: Özel bir peynir tatlısıdır. Chhenna adı verilen bir peynirin, şeker, kajun fıstık, kuru üzümle birlikte uzun süre pişirilmesi ile elde edilir. Güney Hint mutfağı pirinç, hindistan cevizi, çeşitli turşular ve köriyi kendine has yöntemlerle kullanmasıyla ünlüdür. Dosa: Karbonhidrat ve protein açısından zengin, gözlemeye benzeyen bir hamur işidir. Puri: Bitkisel yağlarla hazırlanan tuzlu bir ekmek türüdür. Idli: Yeşil mercimek ve pirinç ile hazırlanan bir çeşit kahvaltılık kektir.

Kaynak : http://www.herkessofraya.com/

neyse,deniycez bakalımm,.. benim elimden çıkmışı yiyecek arkadaşa sevgiler şimdiden!